Ben hiçbir insandan nefret etmem. Evet, katlanamadıklarım ve pek hoşlanmadıklarım vardır ama nefrete inanmam. Yani, eğer bu insanlar tarihi figürler değilse. “Nefret” kategorisine koyduğum birkaç tarihi figür olduğunu utanarak itiraf ediyorum. Mantıklı sebeplerim var mı? Büyük ihtimalle hayır. Bu insanlar çoğunlukla filozoflar, yazarlar veya ressamlar ve bu nefretim onlara karşı olan yargılarımdan başka hiçbir şeye dayalı değil. Büyük ihtimalle tarihi figürlerden nefret etmenin saçma olduğunu düşünüyorsunuz ve size katılıyorum dediğimde bana inanın. Bu yüzden bu seriye “Düşmandan Sevgiliye” başlığı altında başlıyorum, ki bu da, daha önce düşman olan iki kişinin sonradan sevgili olduğu romantik bir tema üstüne kurulu. Benim görevim nefret listemdeki herkesle ilgili bir araştırma yapıp (Evet, böyle bir liste var ve şu anda yedi kişiden oluşuyor) sevilmeyi hak edip etmediklerini ve nefretimin gereksiz olup olmadığına karar vermek. Peki neden “(?)” var diye sorabilirsiniz. Bunun sebebi araştırmanın sonunda onları sevip sevmeyeceğimin belirsiz olması. Tam da düşündüğüm gibi insanlar çıkabilirler. Hakkında konuşacağım kişilerden nefret etmek zorunda değilsiniz, tamamen size bağlı. Herkesin kendi nefret ettiği kişilerden nefret ettiğinden emin olan 10. sınıf fransızca öğretmenimin aksine, sizin bu kişiler hakkındaki düşüncelerinizi etkilemeye çalışmıyorum. Bu yazının bazı kısımları gerçeklere dayalı olmayacak. Fakat gerçek olgular da içerecek. Daha fazla uzatmadan, başlayalım.

Bir numaralı düşmanım ile başlıyoruz, bu listenin var olmasının sebebi, Platon. “Yunan filozof? Sokrates’in öğrencisi ve Aristotales’in öğretmeni olan mı?” Evet o, ta kendisi. Bu nefretim 10. sınıf felsefe dersinde rasyonalistleri öğrenirken başladı. Ben şahsen deneycileri rasyonalistlerden daha çok seviyorum ve Platon’a karşı olan nefretim de büyük oranda buna dayalı. Platon aslında, terimin anlamını kazanmasından çok daha önce yaşadığı için “Rasyonalizm” kategorisi altına koyulmuyor; fakat rasyonalizmin temellerini atan insanlardan biri. Sahi, hadi en baştan başlayalım.

Platon M.Ö. 426 yılında Atina’da tanınmış ve zengin bir aileye doğdu. Batı felsefesinin başlangıcı olarak kabul edilir ve 36 adet kitap yazmıştır. Ondan önceki hiçbir filozof yazılı bir eser bırakmamıştır. Plato’nun kitapları Sokrates’in her zaman başrol olduğu diyaloglar ve hayali tartışmalarla dolu derlemelerdir. Bu diyaloglarda, Sokrates ahlak ve politika konuları üstüne insanları sorguya çeker. Onu başrol olarak kullanmasının nedeni, Yunan toplumunun yaşlılarından çok eleştiri alan Sokrates’i önyargılardan kurtarmak istemesiydi. İlk başta sadece Sokrates’in felsefesini yazıya aktaran Platon zaman geçtikçe kendi inançları ve düşünceleri hakkında yazmaya başlamıştır ve bunu yaparken Sokrates’i kitaplarında “ana karakter” olarak kullanmaya devam etmiştir. Sokrates’in kendi felsefesinin ne zaman sona erdiğini ve Platon’unkinin ne zaman başladığını kesin olarak söylemek zordur.

Platon’un felsefesi “ethos”a, yani nasıl yaşamamız gerektiğine odaklanmıştır. İnsana değer verirdi. Kendimizi tanımaya odaklanmamız gerektiğini ve çoğunluğun fikrini takip etmek yerine kendi başımıza düşünerek karar vermemiz gerektiğine inanırdı. Duygularımıza güvenemeyeceğimizi, hakikate ancak akıl yoluyla ulaşabileceğimize inanıyordu. İdealar teorisinin devreye girdiği yer burasıdır. Plato, her şeyin sadece bir ‘gerçek’ versiyonu olduğuna inanıyordu – mükemmel versiyon. Bu mükemmel versiyon bildiğimiz dünyada bulunmuyordu, sadece bir yansıması, bir fenomeni bulunuyordu. Bu fenomenler kırılgandır: ideaların aksine geçicidirler ve bozulabilirler. Bir fenomen, ideasına ne kadar yakınsa, mükemmelliğe o kadar yakınlaşır. Duyularımız bizi sadece akılla elde edilebilen İdea’ya odaklanmaktan alıkoyar ve dikkatimizi dağıtır. Bedenin ruhtan ayrı olduğu, ruhun ölümsüz olduğu fikrini benimsedi. Ölümsüz ruh, onun için bir hapishane gibi olan bedende hapsolmadan önce İdealar evreninde her şeyin aslını görmüş ve bu dünyaya gelmesiyle her şeyi unutacak seviyede sarsılmıştır. Dolayısıyla, bir İdea “öğrenildiğinde” aslında sadece “hatırlanır”. İdealar teorisini hem kendi iyiliğim hem de sizin iyiliğiniz için buarada bırakacağım. 

Daha önce de belirttiğim gibi, Platon birçok kitap yazmıştır. En ünlü eseri ise “Devlet”tir. Platon, demokrasilerin başarısızlığa mahkum olduğuna inanmıştır çünkü halk kendileri için neyin iyi olduğuna karar verme yeteneğinden yoksunlardır. Halk, kendileri için neyin iyi olduğunu bilecek bir Filozof kralı tarafından yönetilmelidir. Platon’a göre, filozof kral hem bilgelik sevgisine hem de zekaya, güvenilirliğe ve basit bir hayat yaşama istekliliğine sahip bir hükümdardır. Platon ayrıca insanların üç farklı kategoriye ayrılması gerektiğini düşünür: çalışanlar, koruyanlar ve yönetenler. Bununla birlikte, bir kişinin doğduğu sosyal sınıf ne olursa olsun, kategorilerden herhangi birine katılmasına izin verilir. Yani sanırım bütün bunlar göründüğü kadar adaletsiz değil.

Platon, sanatın zaten hakikatin bir taklidi olan fenomenlerin taklidi olduğu için topluma bir tehdit olduğu sonucuna vardı. Sanat bizi hakikatten uzaklaştırıyordu. Büyük bir sanat hayranı olarak, Platon’un bu inancının onu sevmeye çalışma sürecinde bana yardımcı olduğunu söyleyemem.Yine de birkaç anlaşmazlık birinden nefret etmek için yeterli bir sebep değildir (Yoksa öyle mi?).

Platon’un bugün yaşayacak olsa kadınların yerlerinin mutfak olduğunu söyleyeceğine inanmak için nedenlerim var (Bu herhangi bir gerçeğe dayanmıyor, sadece bu tarz bir enerjisi var). Aslında düşününce, Platon’a kral Dionysos’tan bir hediye olarak bir elbise verildiğinde o bir erkek olduğunu söyleyerek hediyeyi reddettmiştir. Bunun üzerine Aristippos elbiseyi alarak “İnsan ne giyerse giysin, erkekse yine de erkektir…” demiştir. Sonuç olarak Platon’un cinsiyet stereotiplerine ve muhtemelen cinsiyet rollerine inanan maço bir erkek olduğunu söyleyebiliriz. Belki de suçlamam boşuna değildir.

Platon hakkında söylenebilecek daha çok şey var. Nihayetinde, Platon harika bir filozoftu, en iyisi değilse en iyilerinden biriydi (ki bu hala tartışılır). Felsefenin ve refleksif düşünmenin bugün bildiğimiz haline dönüşmesini sağlamıştır. Ona büyük saygı duyduğumu inkar edemem. Belki o kadar da kötü değildir, belki ona olan nefretimi abartmışımdır. Bunun yanı sıra, bu yazıyı yazmak gerçek bir kabustu. Şu anda saat sabahın dördü ve Platon hakkında bir daha bir şey duymak istediğimi sanmıyorum. Bütün varlığım ona karşı herhangi bir tür sevgi oluşturmayı reddediyor. Belki de bu ilişki başından beri umutsuz bir vakaydı.

No Comments Yet

Leave a Reply

Your email address will not be published.