New York’un SoHo semtindeki Prince (Prens) Sokağı’ndayım. Kalabalık sokaklarda yürürken gözüme en çok çarpan ne sanat galerileri ne de bitmek tükenmek bilmeyen dükkanlar. Bana en ilginç gelen, sokaklara serpiştirdikleri masalar ve panoları eserleriyle süsleyen sokak sanatçıları.

Çevremde onlarca sokak sanatçısı var… Kim olduklarını, onları buraya neyin getirdiğini merak ettiğim için bu sanatçılardan dördüyle röportaj yapmaya karar veriyorum. İşte onların hikayeleri.

 


Konuştuğum ilk sanatçı, güzel giyimli ve epey büyük bir binanın önünde resimlerini sergileyen 31 yaşında bir kadın. Mery’nin çizimleri oldukça detaylı, siyah ya da beyaz fon üzerine çizilmiş mandala ve eskiz karışımı çalışmalardan oluşuyor. Mery ile tanıştıktan birkaç dakika sonra bana nereli olduğumu sordu. Türkiye’den geldim dediğimde, “Ben de Türküm!” dedi.

Röportaj yaptığımızda Mery (bu onun rumuzu) benden bir ricada bulundu: “Gerçek ismimi kullanmayacaksın değil mi?” Ailesine eserlerini sokaklarda sattığını söylememişti. Bu tercihiyle gurur duyacaklarını hiç düşünmüyordu.

Mery’nin öğretmenleri, beş yaşından beri ailesine kızlarının güzel sanatlar eğitimi almasını şiddetle önermişlerdi. “Beni memur yapacaklardı. Beni polislik sınavına bile soktular.” dedi Mery. Sonrasında gizlice iç mimarlık okumak için sınavlara girdi ve başarılı oldu. “İç mimar olarak bile insanlar işimi çok sanatsal buluyor,” diye ekledi. Hafta içleri mimarlık yaptığından, çizimlerini ancak Cuma ile Pazar günleri arasında görücüye çıkarabiliyor.

İki aydan beri eserlerini sokaklarda beğeniye sunan Mery, SoHo’da sıklıkla Türkçe duyduğunu, ancak eserlerini görünce durup inceleyen ilk Türk olduğumu söyledi. Tüm Türklerin sanata önem vermediğini, SoHo’ya galeriler, sokak sanatçıları değil “Miu Miu ve H&M” gibi popüler dükkanlar için geldiklerini düşünüyor.

Mery ayrıca bazı insanların sokak sanatçılarına sadece sohbet etmek için yanaştığını, bunun onların arkadaşlık anlayışı olduğunu söyledi. Birkaç dakika sonra, genç bir adam yakınımıza gelerek önümüzde yere uzandı. Mery’e ne tür müzikten hoşlandığını sordu. Daha sonra o tarz bir parçayı kendi kablosuz hoparlöründe açtı. On dakika kadar da yerinden kalkmadı. Mery bana bakıp Türkçe şöyle dedi: “Bak, demiştim! Bunu görebildiğine çok sevindim.”

Mery’nin galerilerde satılan heykelleri de var, ama her şeye rağmen, sokakta çalışmayı tercih ettiğini söylüyor. Sokaktaki insanlarla konuşmayı çok seviyor ancak oldukça popüler olan Prince Sokağı’nda iyi bir yer bulmakta da zorlanıyor. Mery, Chelsea’deki Whitney Müzesi’nin önünde bir yer edinmeyi düşünüyor. “Geçen sene bir adam orada eser satarak bir milyon dolar kazandı.” diyor.

Mery’nin eserleri, genellikle derin anlamlar barındıyor. Örneğin, yukarıdaki resmi Mery bana duygusal bir şekilde anlatıyor: resim, ailesini sembolize ediyor. Balık, mutluluğu ve huzuru simgeliyor. Sağdaki kız, çok uzun zamandır görmediği, artık konuşmadığı kız kardeşini,  soldakiyse aileyi bir arada tutmaya çalışan Mery’i. “Bu resmi satın alan, resme her baktığında böyle üzücü şeyler düşünmek istemez, o yüzden ilgilenenlere sadece ailem hakkında olduğunu söylüyorum.

Yukarıdaki çizim  Mery’e ait ancak ona yakın çalışan başka bir sanatçı tarafından renklendirilmiş. Mery bana diğer sanatçının uzun süredir burada çalıştığını, onunla tanışmamın ilginç olabileceğini söyledi. Mery’e kulak vererek ikinci sokak sanatçımla görüşmek üzere yola koyuldum.


“Merdivenler hiçbir yere gitmiyor. Hiçbir yere gitmek için her yerden geliyorsunuz.” Matthew Courtney, “Stairs to Nowhere” (Hiçbir Yere Gitmeyen Merdivenler) diye isimlendirdiği sokak galerisini böyle anlatıyor. Gerçekten de bu merdivenlerin üzerinde çalışıyor. Eserleri, çoğunlukla gazete kağıtları üzerine çizilmiş insan, göz, şekil ve yapılardan oluşuyor. 18 yıldır New York’un farklı yerlerinde eserlerini satmış olan Matthew, 10 yıl önce de Prince Sokağı’na gelmiş. 59 yaşındaki sanatçı, New York’taki ünlü MoMA müzesinde satış yaptığını söylüyormuş. Bu çok da yanlış sayılmaz: müzenin mağazasında kasiyer olarak çalışırken, poşet kenarlarına minik çizimler yapıp, bir anlamda eserlerini de satıyor gibiymiş. Patronu bunu öğrendiğinde onu işten kovmuş. Matthew bugüne dek 10.000’den fazla resim sattığını söylüyor.  Bu resimler dünyanın dört bir yanındaki evleri süslüyor.

“Çocuklarla ve köpeklerle iyi geçiniyorum.” diyor Matthew, bir ara. Hiçbir yere gitmeyen merdivenlerin bir köşesinde dünyanın farklı ülkelerinden çocukların (onları “meslektaşları” olarak tanıtıyor) çizdiği resimler sergileniyor. “O çocuk da senin gibi İstanbulluydu.” diyor, bir resme doğru işaret ederek.

Matthew Courtney sürekli konudan konuya atlıyor: turuncu rengini ne kadar çok sevdiğinden söz ederken portakallara, oradan da bir defasında gördüğü “uluslararası turuncu” rengindeki bir Lamborghini’ye gidiyor aklı – bunun San Fransisko’daki Golden Gate Köprüsü’nün rengi olduğunu söylüyor. “Hiç Golden Gate Köprüsü’nü gördün mü?” diye soruyor bana. Görmemiştim. “The Bridge (Köprü) adında bir belgesel var […] Eğer hayatınızı sonlandırmak için oraya giderseniz, gerçekten iki kez düşünmenizi sağlıyor, çünkü çok güzel. Sonra da intihar etmekten bahsetmeye başladı. “Eğer hayatta 100 seçeneğiniz varsa, intihar 100. seçenek olmalı. Çünkü hayattaki ilk 10 seçenek yeterince iyi. Ve sonra 89 tane daha var […] İlk beş seçenek de oldukça harika.” Ve nihayet ekledi, “Evet, ikinci en sevdiğim renk mor.”

Yukardaki resmi “Person of Colors” olarak adlandırmış çünkü kültürlerin iç içe geçmesine çok önemsiyor Matthew. Resim, tek bir surat üzerine çizilmiş farklı renk ve çizgilerden oluşuyor. “Bu New York” diyor ve çizgilerin farklı etnik grupları temsil ettiğini söylüyor. “Türkiye de oralarda bir yerlerde” diye ekliyor.

Matthew’un sanatı artık SoHo’nun bir parçası olsa, bazı mahalleliler SoHo’nun onsuz SoHo olmadığını söylese de, yakında başka bir yere taşınması gerekebilir. Merdivenleri bir dükkanın önünde. J. Crew mağazası oradayken, Matthew’nun orada bulunmasına sıcak bakmış, onu engellememiş.  Ancak onun yerine açılacak olan mağaza hoşgörü göstermeyecek gibi duruyormuş. New York şehrinde sokaklarda eser satma izni var, yine de etraftaki binalara saygı duymanız gerekiyor.

Matthew, resimlerinin sergilenme şekline çok önem veriyor. Yerlerini sık sık değiştiriyor; gölgede durduklarından ve simetrik olduklarından emin olmak istiyor.

“Kendini Eğitmişler Okulu’nda sınıflar hiç kapanmadı, o yüzden bebeklerim, yani çizimlerim, hep güzelleşiyorlar; ama anne ile baba gençleşmiyor.” diyor, kalbini ve beynini göstererek. Ve süregelen pratiği gerçeklen işini mükemmelleştiriyor. Artık resimlerinin çoğunu çizdiği yer olan metrodayken bile düz çizgi çizebiliyor.


Bonnie Lynn, Prince Sokağı’nda yaşadığı tuğla eve çok yakın bir yerde küçük bir sandalyede oturuyor. Her sabahki gibi New York Times gazetesini okuyup fotoğraf meraklılarının tezgahının önünde durmasını bekliyor. Rengarenk şemsiyesi, dünyanın birçok köşesindeki seyahatlerinde çektiği fotoğrafları güneşten koruyor. 

Bonnie, 2006 yılından bu yana Prince Sokağı’ndaki aynı köşede tezgah açıyor. Gençliğinde İngilizce öğretmenliği yapmış, ardından bir sigorta şirketinde çalışmış. İşini kaybettikten sonra, öğretmenlik yaptığı dönemdeki uzun yaz tatilleri sayesinde çektiği fotoğrafları satma kararı almış. 

Bonnie, oğlu Steve’in fotoğrafçı olan bir arkadaşı sayesinde fotoğrafçılığa ilgi duymaya başlamış. Bu yüzden kendine ait bir fotoğraf makinesi satın almış. Fotoğrafçılığa yeni başladığında “felaket” olduğunu söylüyor. O günden bu yana; “kapılar, pencereler, sokak sanatı, her şey daha çok gözüme çarpmaya başladı.” diyor.

Bonnie, işinin en iyi tarafının insanlarla etkileşim olduğunu düşünüyor. “Dünyanın her köşesinden insanla tanışıyorum,” diyor, buna çok değer veriyor. Satışlarını not ettiği defterinden örnek olsun diye verdiği bir gün olan 15 Haziran’ı açıyor. Alıcıların geldiği yerler: Brooklyn, Venedik, Philadelphia, İsrail, Paris…

“Dün (7 Temmuz), 12 yıldır yaşadığım en bereketli gündü.” diyor Bonnie. Kariyerinin başlangıcından bu yana rekor sayıda fotoğraf satmış dün. Ama bugün, burada oturduğu dört saat içinde yalnızca bir tane fotoğraf satabilmiş.

Bonnie Lynn, dünya hakkında kendini bilgilendirmek için her gün New York Times gazetesini okuyor, ancak bundan eskisi kadar keyif almıyor.  “Amerika’nın üstüne adeta sifon çekildi.” diyor ve Türkiye hakkındaki soruları da dahil olmak üzere, siyaset ve dünya olayları üzerine konuşmaya devam ediyoruz.


 Tommy Flynn, 4 yıldır çarpıcı fotoğraflarını SoHo’daki ünlü Marc Jacobs mağazasının önünde satıyor. Sanatçının en bilinen koleksiyonu, ortadan kesilmiş, canlı renkli meyvelerin bulunduğu “Sliced Open” adlı serisi.

63 yaşındaki Tommy: “Aşçılığa bayılırım, yemek yemeye de bayılırım.” diyerek söze başlıyor. “Sliced Open” serisi aklına iki yıl önce salata yaparken gelmiş. Yarıya kesilmiş bir Çin turbunu incelerken çok güzel olduğunu düşünüp, hemen fotoğraf makinesine sarılmış. “O andan itibaren tüm meyve ve sebzelerin içini görmek zorundaydım.” diye açıkladı.

“Meyve veya sebzeyi çok temiz bir dilim halinde kesmelisin.” diyor Tommy. Bu yüzden çok özel bir bıçak olan Takamura markalı bıçak kullanıyor. Bu bıçaklar 400 yıldır Japon Takamura ailesi tarafından yapılıyor. Tommy, bu bıçakların bulduğu en keskin bıçak markası olduğunu söylüyor.

Ancak tek sorun meyveyi düzgün kesmek değil. “[Meyvenin] dokusu değişmeye başlayana kadar yaklaşık 30 saniyem var. Bu yüzden çok çabuk çalışmalıyım.” diyor. Muhteşem kareyi yakalamak için birçok dilim kesmek zorunda, ancak yiyecekleri asla boşa harcamıyor. Yani fotoğrafını çektiği tüm meyve ve sebzeyi çekim sonrasında tüketiyor. “Ama muhtemelen boynuzlu kavunu tekrar yemem” diye ekliyor.

En fazla gözüme çarpan eserlerinden biri “Kan Portakalı.” Rengin aşırı doygunluğu, meyvenin neredeyse bir çizim gibi görünmesini sağlıyor. Fotoğraftaki portakal, İtalya’dan ithal edilmiş, çok sulu ve lezzetliymiş. Tommy’nin çalıştığı yerin çok yakınında Dean & Deluca adlı çok moda bir market var. Tommy’nin arkadaşı olan market müdürü, ona bir kasa dolusu kan portakalını İtalya’dan getirttirmiş.

Tommy Flynn’in müşterilerinin birçoğu, fotoğrafları üçlü gruplamayı tercih ediyor. Bir keresinde bir çiftin bu üçlü seçimi yapması iki saat kırk dakika sürmüş. Bu olaydan sonra Tommy, seçim ve satışı hızlandırmak için birlikte iyi görünen fotoğrafların bir listesini yapmış. Tommy’nin deniz kabukları ve biri mermerden yapılmış kafatasları da dahil olmak üzere başka fotoğraf serileri da var.

Tommy New York’taki Moda Enstitüsü’nde mücevher eğitimi almış ve halen arkadaşları ve ailesi için mücevherler yapıyor, ancak sokakta mücevher satmak için lisansı olmadığından henüz satış yapmıyor. Gelecekte meyve fotoğrafalarını kolye, yüzük ve küpe olarak satabileceğini düşünüyor.

 Tommy ayrıca fotoğraf ve aşçılık için de okula gitmiş. Kol çantaları ve aksesuarları ile tanınan ünlü bir marka olan Coach’un ürün fotoğrafçılığını yapmış. Tommy aynı zamanda yarı İtalyan, annesi ve anneannesinden yemek yapmayı öğrenmiş. Ayrıca aşçılık okurken Fransız ve Japon mutfağına yoğunlaşmış. “Bazı tariflerim ile fotoğraflanmış bir yemek kitabı yapmayı çok isterim” diyor.

Ona İstanbullu olduğumu söylediğimde, Tommy beni yirmi iki yıldır New York’ta yaşayan, iki masa ötesinde çalışan Türk bir kadınla tanıştırıyor.



Her biri Manhattan’ın en şık semtlerinden SoHo’yu ofis edinmiş bu dört sanatçının hikayesi işte böyle. Muhtemelen sizin de fark ettiğiniz üzere, hepsi birbirinden çok farklı insanlar…

Yine de onları birbirlerine bağlayan birkaç şey var. Öncelikle, hepsi aynı “ofisi” paylaşıyor: Prens Sokağı. Ayrıca hepsi müşterilerine müthiş ilgi gösteriyor, onların hayatlarına ve seçimlerine önem veriyor. Bu dört kişinin her biri konuşmamızın bir noktasında hikayeyi nereli olduğuma, ne yaptığıma, kısaca bana getirdi. Bu sanatçıların hepsi dünyanın dört bir yanından insanla etkileşimde olup sohbet etmeyi çok seviyor, ve bunu sokak dışında hiçbir yerde yapamayacaklarını düşünüyorlar.

Eminim ki tıpkı Mery’nin anne babası gibi bazılarınız bu dörtlünün işlerinin ideal olmadığını düşünüyordur. Sokaklarda satmak… başka opsiyonları yoktur herhalde… Ama hayır. Her zaman başka seçenekler var. Bu sokak sanatçıların meslek seçimi, onların bir numarası, size uymayabilir. Ama onlar bu seçimleriyle mutlu olduktan sonra bunun hiçbir önemi yok.

Prens Sokağı’ndan uzaklaşırken, bir sonraki adımım ne olursa olsun tek bir amacım var: burada tanıştığım sanatçıların, Prens Sokağı’nın Kral ve Kraliçelerinin, işlerinden aldığı hazı, ben de kendi seçimlerimde hissetmek istiyorum.

…..

Not: Bu röportajlar 7-13 Temmuz 2018 tarihleri arası gerçekleşmiştir ve bu zaman dilimindeki değerlendirmeleri yansıtmaktadır.