Resim: İdil Bike Miftakhov

Günlük koşuşturmacaların zorunluluğu, ders, okul, iş; asansörde, koridorlarda bile kimseyle karşı karşıya gelmemek, insanlara günaydın dememek için sabahı köşe kapmaca oyununa dönüştürmek… Bunların monotonluğu derken uzaklaşıyoruz kendimizden, isteklerimizden. Erken kararan hava da birbirinden en ufak farkı olmayan günleri geçirirken içimizi ısıtmaya yardımcı olmuyor ve sonra zorunluluklar silsilesi kasırga gibi gelip geçtiğinde, biz de dönüp arkamıza bakmak için durup nefes alabildiğimizde geride gözün bakmaktan mutlu olabileceği çoğu hatırayı da kasırgaya karışmış gitmiş buluyoruz genelde. Sonra ajandada birkaç günün daha üzerine çarpı attıktan sonra yazın ortalarında bir yerde bir hafta parlamaya başlıyor ve o an işte kendimize vakit ayırabileceğimiz, günlük hayatın tekdüzeliğinden bir hafta için bile olsa sıyrılabileceğimiz, kış depresyonu gelip çattığında yüze ufacık bir tebessüm bile olsa her günkü yapmacıklıktan uzak bir gülümseme yerleştirecek potansiyel anıları oluşturabileceğimizi fark ediyoruz: Tatil…

En azından benim için durum bu, okul veya dersler bir kenara sadece kendime ait, tanıdık yüzlerle dolmayacak, kendime dönebileceğim bir hafta birbirini tekrarlayan günler üstüme çığ gibi yağmaya başladığında beni çekip alacak bir kurtarıcı gibi takvimimde parlıyor. Tuhaf belki de, ama koca bir yıl geçince enkaz altında kalmış gibi hisseden ben, tatilimi plajda veya Bodrum, Alaçatı gibi herkesin uğrak yeri olan yerlerde geçirmeyi hep zaman kaybı gibi gördüm. Benim için kendimi izole edemediğim bir yerde bir hafta geçirmek tatil değil de izinmiş gibi geliyor. Tatil izinle bir değil kanımca: kendime rahatlamaya izin vermektense kendi özüme dönmeye çalışıp ister istemez günlük hayatın sıradanlığı içinde taktığım yapmacık maskeyi söküp atmak ve insanlardan, özellikle kendime en yakın hissettiklerimden uzak bir yerde birkaç gün geçirmek hoşuma gidiyor, sanki bu kimseyle paylaşmadığım bir sırmış gibi de kendimi özel hissettirmiyor değil.

Hani ilkokuldan beri fen derslerinde anlatılan topraklama sistemi vardır ya, elektrikli cihazlardaki kaçak tehlikesini en aza indirmek için cihazın gövdesini bir iletkenle toprağa bağlarlar, işte ben de kışın stres veya öfkeden patlamayayım diye ağaçlar, toprak ve çalılıklar içinde tüm kötü enerjimi atıyor olmalıyım herhalde ki doğayla iç içe olup kendimi Madame Rottenmeier’den kaçan Heidi gibi hissedebileceğim; abartılı düzeye gelebilecek şekilde ağaç, börtü, böcek, çamur içinde olabileceğim kırsal kesimlere gitmeyi çok severim eskiden beri. Hatta bu yeşillik sevdam yüzünden ormanın yakınlarında hasat için kazılmış, içi zaman içinde böcek ve dikenli çalılarla dolmuş boyumdan uzun çukurlara düşmüşlüğüm veya eğrelti otu sanıp da kendimi içine attığım ısırgan otu tarlası bile vardır.

Bu yıl ise kendimi eve kapattığım pandemi sürecinde sokağa çıkma yasakları da başlayınca kendi kendime hatırlatıyordum arada bir, bak gördün mü İdil o kadar izole olayım diyordun yüzyıllık yalnızlığını buldun diye… Bir süre sıkıldıkça bunları söyledim kendi kendime, ironi tuhaf bir şekilde beni üzmesine rağmen komiğime gidiyordu, sanki gerçek değilmişçesine. Her şey bir yana, sokağa çıkma yasağının bitmesinden bir buçuk ay kadar sonra çevremdekiler gerekli tedbirleri alarak 2-3 günlük derken 1-2 haftalığına akrabalarını veya yakınlarını görmeye bavullarını alıp gidince ben de bavulumu alıp yakınlarımdan ve akrabalarımdan uzaklaşmaya gittim…

Böylece kendimi Şirince’deki Nişanyan Otel’de buldum, çılgın kalabalıktan olabildiğince uzak. Adı her ne kadar otel diye geçse de içimi ısıtan, kendi halinde küçük bir yerleşim yeriydi; patikalarla birbirine bağlı, meyve ağaçlarının arasındaki küçük taş evlerde kalınıyor; geceleri ise yıldızlar apayrı bir güzellik katıyor. Şansıma ay tutulması vardı orada bulunduğum ikinci günde, saatler geçirip de bakmaya doyamayacağım bir manzaraydı. Otelin kuruluş hikayesi beni daha da bağladı bulunduğum taş eve, kahvaltıdan önce kütüphanede gezinirken okumaya başladığım Sevan Nişanyan’ın Aslanlı Yol adlı macera romanı tadındaki otobiyografik kitabında karşıma çıktı bir anda. Bir kere okuduktan sonra da bu küçük köye sanki benimmişçesine bağlandım, içimi ısıttı bu sahiplenme duygusu.

Çizimlerim çektiğim fotoğraflardan daha güzel olsa da elimden geleni yaptım, alttaki birkaç fotoğraf da manzarayı kelimelerden daha güzel anlatıyor sanırım.

GERÇEK OLAN HER ŞEY GÜZELDİR

Görmekle bakmak asla aynı değil, bana düşen ise bu renk cümbüşünde görebildiklerimi çekmek oldu. Gerçek olan her şey güzeldir; ben de meyveleri, ağaçları süsleyen güzel böcekleri çekmeye çalıştım bol bol.

HARİKALAR DİYARINDAN RUTUBETLİ KÜMESE

Doyasıya koşarken gözüme takılan minicik, mavi bir kapı oldu; yanında da çekingen gözlerle bana bakan bir tavşan. Kendi kendime mırıldanıyordum; evet İdil, bu tavşan seni Alice’e yaptığı gibi Harikalar Diyarına yönlendirecek diye. Gülümsüyordum gülümsemesine de bu şakaya inanmak isteyen bir tarafım da yok değildi. Küçük delikten baktığımda gerçekliğe dönmenin hayal kırıklığı yerini çok kısa bir zamanda heyecana bıraktı: meğerse kapı tavuklar, kazlarla dolu bir kümese açılıyormuş ve tavşan deliği görevi görüyormuş. Kahvaltıda yediğim yumurta da marketten değil de sabah bu kümesten çıkıyormuş. Tiyatroya gizlice giren bir seyirci gibi bu hayvanların ruhu bile duymadan birkaç dakika onları küçücük delikten izledim, aşağıdaki birkaç kare de yoluma devam etmeden hızlıca çektiğim fotoğraflar.

Sonunda, aynanın karanlığından çıkıp bir tabloya adım atarken buldum kendimi.

No Comments Yet

Leave a Reply

Your email address will not be published.