Düşündüm taşındım, bu fikri bir güzel masaya yatırdım ve evet vardığım sonuç şu ki hayat Avrupalıya güzel! Yahut belki de biz TC vatandaşları olarak olması gerekenle karşı karşıya kaldığımızda içinde bulunduğumuz durumun vahametinin daha bir farkına varmış oluyoruz. Bu yazıyı aman şöyle fena durumdayız böyle kötüyüz diye fakir edebiyatı yapmak için yazmıyorum ama son altı ayda ev arkadaşlarımı gözlemleyerek “Dünya varmış!” dediğim bir yaşantıya şahitlik ettim. Durum böyle olunca da insan bir düşünüyor, bu hayatı biz niye hak etmeyelim ki?

Bir yandan bize çok benzeyen birtakım davranışların yanında hayatta çok daha rahat bir tutumla var olduklarını gözlemledim. Bilmem kim teyzenin gereksiz yorumlarına katlanmak yok, aman el alem ne der kaygısı yok, bol bol zeytinyağı var (yarasın!). Mesela ben şu anda çeşitli insanları kırmamak adına muhtemelen benim yerimde olsalar bizimkilerin değinecekleri bazı konulardan kaçınarak çoğunluğun hemfikir olacağını düşündüğüm üç konu üzerinde duracağım özellikle. Başlayalım efendim.

Spontane olmak güzeldir.

Bunu bizimkilerle seyahat etmek hakkında aramızda geçen sayısız konuşmadan yola çıkarak yazıyorum (ya da öyle ya, çıkamayarak). Eğer seyahat etmek istiyorsanız içinde yaşadığımız düzende yeri olmayan bir kavram “spontane.” Yurt dışında tatile gitmek mi istiyorsunuz? Önce biraz para birikmesi şart, Euro yirmi sekiz-doku- yok, cümleyi bitirene kadar otuz oldu… Tabii ki vizesiz gidebileceğiniz ülkeler mevcut ancak belki de Paris’te olimpiyatları izlemek gibi bir hayaliniz var veya belki Granada sokaklarında Lorca’nın ruhunu içinize çekmek istiyorsunuz. İşte bu büyük sıkıntı!

Hepimizin duyduğu o cümle: “Avrupa’da gençler gönüllerince gezip tozuyor.” Arkadaşlar, doğru bilgi. Asgari ücretle çalışan bir insan tatil yapabiliyor. Tabii ki herkesin kendince zorlukları var, herkes adına konuşamam ama iki tarafı şöyle bir tarttığımızda terazinin hangi kefesinin ağır geldiği aşikâr. Bir kere gezmeye bütçen olmasa bile eğer olsaydı istediğin yere elini kolunu sallayarak gidebilecek olduğunu bilmen bile başlı başlına büyük bir fark. Bizimkiler “Acaba tatilde Belçika’ya mı gitsek?” veya “İtalya’ya gidiyoruz, sen de gelsene!” dediklerinde ağzımdan çıkan “Ama vize… ama başvurular…” yakarışları aynı bir sivrisineğin vızıltısı gibi geliyordu kulaklarıma. Beni belli bir ölçüde anladıklarını düşünüyorum ancak ne de olsa insan bazı şeyleri yaşamadan anlayamaz ve bu durum tam anlamıyla inanılmaz. Öyle ki ara sıra vize almam gerektiği gerçeğini unutuyorlardı.

Yanlış anlaşılmasın, bir kere baştan başka bir ülkede birlikte yaşadığım insanlarla bu konuşmayı yapabilmem bile büyük bir şans ama zaten sorun da tam olarak bu. Sonuçta bu dünyada doğmuş ve diğer herkes gibi hangi coğrafyada hangi şartlar altında doğacağını seçememiş bir insan olarak hayatımın geri kalanında çeşitli coğrafyalarda var olmam bu kadar zor ve bu denli koşullara bağlı olmamalı. Dolayısıyla, seyahat anlamında ele aldığım bu spontanlığın güzel bir şey olduğunu savunurken bir yandan da günümüz şartlarında maalesef ki bir lüks olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Bırak şimdi politikayı!

Ülke siyasetiyle bizim kadar içli dışlı kimseyi görmedim şu ana kadar. Özellikle seçim döneminde çok daha açık bir hal almaya başladı bu durum benim için. Tabii etraftaki herkes aynı durumda olunca fark etmiyor insan ama bir, iki, üç defa seçim lafını edince “örnek vatandaş” olarak adlandırıldım. Şimdi gel de anlat niye sandığa gitmek için şehir değiştirdik, niye mürekkep bulaşmasın diye müthiş bir itinayla bastık mührü, niye seçim günü böyle toplandık çeşitli haber ajanslarının verilerini takip ediyoruz gecenin bir yarısı ve niye herkes elinde bir sigara depresif bir modda.

Onlar için siyasetten bahsedip bahsetmemek bir seçim, bizim içinse muhabbetin ana konusu. Çok normal, aldığımız nefesten içtiğimiz suya kadar her hareketimizde ensemizde olunca siyaset. Ancak gerçekten çok rahatsız edici bir durum en keyifli sohbetleri bile işgal etmiş olması ülke gündeminin. Öyle ki bazı anlardan ağzımdan çıkan sözlerden ben bile bıkıp usandım. Artık bir müddet mümkünse “Türkiye” lafını ağzıma almamak istiyorum, değişiklik olsun.

Tartışacaksak tartışalım, ne olmuş?

Bu maddenin kalbimde özel bir yeri var. Son aylarda bizimkilerin benimle ve kendi aralarındaki konuşmaları sonucunda fark ettiğim ve içime su serpen bir şey vardı ki o da fikirlerini kibarlık yapayım diye kırk saat dolandırmak yerine açık açık söylemeleriydi.

İtiraf etmeliyim ki tartışma sırasında sesler yükselince, konuşma bir anda hararetlenip tek tük kelimeleri seçebildiğiniz yabancı bir lisana evrilince insan bir an ne yapacağını bilemiyor. Bazen parmak uçlarına basarak yan odaya geçme ihtiyacı hissediyor, bazen de oturup verilecek kararın İngilizceye çevrilerek kendisine bildirilmesini sabırla beklemekten başka çaresi olmuyor. Kimilerine belki de biraz agresif gelebilecek bu sadede gelme durumu esasında birden fazla kişinin dahil olduğu her türlü ilişkide kaçınılmaz olarak gerçekleşecek bir durum. Bu sebeple herhangi bir noktada bir şeyden rahatsız olunduğunda veya bir fikir ayrılığı olduğunda bunun sağlıklı bir tartışmaya açılabileceğini bilmek güven verici bir durumdu. Hele ki bu tartışmanın, sorunlarla aktif olarak mücadele eden ve sonucunda bir çözüme ulaşılacak bir süreç olduğunu bilmek derin bir nefes almak gibiydi benim için.

Bu yazıyı ikiye ayıracak olursak, ilk yarıda politik dezavantajımızdan yakınırken ikinci yarıyı inanılmaz toksik bir ortamdan ayrılmamın ardından bunun tam tersi bir alanda var olmamı sağlayan arkadaşlarıma teşekkür etmek için bir bahane olarak kullandığım su götürmez bir gerçek. İşin şakası bir yana Avrupalı olsam keşke diye yanıp bitmemekle ve toz pembe hayatlardan bahsetmemekle beraber bir yandan da uluslararası ortamlara bulunan TC vatandaşlarını bıkkın surat ifadelerinden ve yorgun gözlerinden saptamayacağım günlerin gelmesini diliyorum.

No Comments Yet

Leave a Reply

Your email address will not be published.